İki Geri Bi İleri


Fotoğrafla tanıştığım zamanlar fotoğrafın iç dünyamı anlatmaya bu denli hizmet edebileceğini bilmiyordum. Ci Demi’nin Unutursan Darılmam fotoğraf hikayesi içinde bulunduğum süreci, ruh halimi fotoğraflarla anlatabileceğimi gördüğüm ilk fotoğraf projesi. Asıl konuya geçmeden önce fotoğraf yolculuğumda kendi çizgimi bulmamda çok önemli yeri olan bu hikayeden biraz kısaca bahsetmek istiyorum.

Unutursan Darılmam

2019’da bipolar bozukluk teşhisi konuyor Cİ’ye. Ci bu süreçte 12 ay boyunca sadece 10 kez çıkabiliyor evden dışarı. Bunlarda hastane için oluyor. Hem mental sağlığını hem de şehirle olan ilişkisini yeniden kazanmak için başlıyor bu seriye. Temmuz 2023’te sonlanan 4 yıllık bir fotoğraf hikayesi oluyor bu daha sonra. Ci İstanbul gibi bir şehirde şehrin yalnızlığını anlatıyor adeta. Unutursan Darılmam isminin olayı da burda zaten. Şehir ve Ci birbirlerine söylüyor bunu. Unutursan darılmam…Şehrin bütün gürültüsünü, karmaşasını merceğin dışında bırakan Cİ,  çerçevesine dahil ettiği öğelerle yalnızlık ve üzüntü hissini çok hoş bir şekilde harmanlıyor.

Bu serinin kendi içinde barındırdıkları dışında benim içim ayrı bir yeri var. Belgesel ve sokak fotoğrafı dışında o zamana dek iki kategori olarak bildiğim fotoğrafa yeni bir ufuk oldu bu hikaye benim için. Ne belgesel çekebiliyordum ne de çok iyi bir sokak fotoğrafçısıydım. Fakat kendimi de alatmak istiyordum. Ve bunu fotoğrafla yapmak istiyordum ancak Ci Demi’yle ve Unutursan Darılmam’ la tanışana dek bunun mümkün olduğundan haberim yoktu.
Şimdilerde fotoğrafla aram daha iyi. Daha serbest hissediyorum kendimi. Bu serbestliğim fotoğraflarıma da yansıdı zamanla. Beni kısıtladığını düşündüğüm, fotoğrafı yalnızca kendim için çekmeme engel olan düşünceleri törpüledim zamanla. Gün geçtikçe birikiyor fotoğraflar ve hikayeler.
Bugün paylaştığım bu iki fotoğrafla Ci’nin Unutursan Darılmam serisini ilişkilendirmemin bi kaç sebebi daha var. Fotoğrafları çektiğim gün ben de kaygı bozukluğum için ilaç desteği almak üzere psikiyatriye gitmiştim. Fotoğraflar da hastanenin dışından. Ve bu iki fotoğrafla Unutursan Darılmam serisinin karşılık geldiği anlam dünyasını daha geniş bir çerçeveden görme şansı buldum. Ben bu fotoğrafları çekerken içinde bulunduğum zihinsel durumdan etkilendiğim gibi Ci de öyle etkilenmişti aslında. Ve bu iki fotoğrafla kaygı bozukluğumu anlatmaya çalışırken siz de aslında kaygı bozukluğuna sahip birinin bakışından üretilen fotoğraflar görüyorsunuz. Tıpkı bizim Unutursan Darılmam serisinde Ci’nin hikayesine eşlik etmemizle birlikte İstanbul’u bipolar bozukluk filtresinden seyretmemiz gibi.

Deklanşöre Basmadan Önce

Gözüm bu kadar uzağa bakmamıştı uzun zamandır. Çok geniş çok uzak ve çok uzun bir ufuk çizgisi. Dilediğini sığdırabilirsin bu ufka.  Gönlüm bu genişlikle genişliyor, rahatlıyor ama yadsıyor bunu ilkin. Daha alışık olduğum bir sahne arıyorum. Evet burası çok güzel bir yer, bu manzara çok hoş ama daha bana hitap eden, bana karşılık gelen bir şey bulmam lazım. Dolayısıyla burada kendimi anlatabileceğim bir fotoğraf çıkarmak istiyorsam bu kadar geniş bakamazdım, daraltmam lazımdı bakış açımı diye düşünürken tel örgülere takılıyor gözüm ve  bi kaç adım ileri gidip tel örgünün ardından seyrediyorum manzarayı. Kendime uygun bir bakış açısı bulmuş olmanın mutluluğuyla tel örgünün ardından basıyorum deklanşöre. Evet diyorum böylesi çok daha iyi. Hem  çok uzağa bakmama gerek yok tel örgüler var hem de bir seçenek olarak hala duruyor orda o uzun ufuk çizgisi.  Alışık olduğum, yabancılık çekmediğim bu görüntü bu. Aslında tel örgü  bir yandan manzaramı engellerken bir yandan da beni gözlerimin alamadığı genişlikten de muhafaza ediyor. Alacağımı almış olmanın rahatlığıyla orayı terk etmek üzere geri geri giderken gözümün  hem manzaraya hem ışığa alışmasına şahitlik ediyorum. Tel örgülerin üstünden çağırıyor adeta ufuk çizgisi. İç sesim her ne kadar bana uygun olmadığını söylese de bunu kaydetmem gerektiğini düşünüyorum. En azından az önceki fotoğrafın alındığı yeri daha geniş bir perspektiften gösterebilirsem o fotoğrafı daha iyi anlatabilirim diye düşünüyorum bir de.
Daha sonra bir kaç adım geri geliyor, manzarayı gözüme sığdırmaya adeta onun yerini yapmaya çalışıyorum gözümde. Sonra tel örgüyü de dahil edip aslında az önce ardından baktığım tel örgünün bu fotoğrafta ne kadar da az yer kapladığını göstermek ister bir şekilde bir daha basıyorum deklanşöre. Ve evet diyorum yine. Böylesi çok daha iyi. Bu çitler aşılabilir veya bir kaç adım geriden de seyredilebilir manzara. Hem daha iyi bir şekilde. Manzara, çitten çok daha büyük aslında.

'Kendi gerçekliğimi kendim yaratmışım.’’

Nasıl baktığımız ve bakmak için durduğumuz nokta belirliyor dünyamızın büyüklüğünü. Hikayede, altlarına ‘’psikolojik bir hastalıkla sahip olunan bakış açısı ve iyileştikten sonra sahip olunan bakış açısı’’ notlarını ekleyerek paylaşmıştım bu iki fotoğrafı. Dışarıdaki dünyanın değişip fazlalaştığı yok aslında. Ama her birimiz daha farklı bir dünyada yaşıyoruz. Aynı yaşantıları bile farklı deneyimliyoruz. Aynı evde aynı odada birbirinden çok farklı hikayeler barınabiliyor çok zaman. Bunun en açık örneğini Irvin D. Yalom’un ‘’Günübirlik Hayatlar’’ kitabında görmüştüm. Irvin’in danışanı Charles, seansın bir yerinde
’’Yer yerinden oynadı. Artık neyin gerçek olduğunu bilmiyorum. Kendi gerçekliğimi kendim yaratmışım.’’
diyor
Peki ona bunu söyleten olay neydi? Ne olmuştu da Charles etrafındaki gerçekliğin asıl gerçekliği yansıtmadığı hissine kapılıp bu cümleleri söylemişti. Gelin hikayeyi Irvin D. Yalom’un ağzından dinleyelim:

‘’Bir yıl önce bir hayır organizasyonunda, yüksek teknoloji girişimcisi James Perry’le tanışmış, ikili çabucak arkadaş olmuştu. Bir kaç görüşmeden sonra James, Charles’a cazip bir teklif götürerek yeni kurduğu şirkette yönetici olmasını istemişti. Charles’tan yirmi yaş büyük olan James, Silikon Vadisi’nde dokunduğunu altına çeviren isimdi. Bugüne kadar ciddi bir servet elde etmişti ama kendi deyimiyle, oyundan bir türlü çıkamadığından yeni şirketler kurmaya devam ediyordu. Aralarındaki ilişki (arkadaş, işveren ve çalışan, usta ve çırak) ne kadar karmaşık da olsa Charles ve James bu nazik dengeyi koruyabiliyordu. İşleri gereği sık sık seyahat etmeleri gerekiyordu ama denk geldiğinde iş çıkışında mutlaka bir şeyler içip sohbet etmek için buluşuyorlardı. Her şeyden bahsediyorlardı; şirket, rekabet, yeni ürünler, personelle ilgili sorunlar, aileleri, yatırımları, vizyondaki filmler, tatil planları veya akıllarına gelen herhangi bir şey… Bu baş başa görüşmeler Charles için oldukça kıymetliydi.
Charles, James’le tanışmasından kısa bir süre sonra bana başvurmuştu. Ona akıl hocalığı yapan biriyle böylesine besleyici bir ilişki içinde olduğu bir dönemde yardım araması çelişkili bir durum gibi görünebilir. Oysa bunun bir açıklaması vardı. James’ten gördüğü babacan ilgi, babasının ölümüyle ilgili anıları canlandırmış ve neler kaçırdığını daha net görmesine sebep olmuştu.’’

Terapinin dördüncü ayında Charles, James’in ölüm haberini alıyor. Ve bugüne dek kaçındığı, üzerine düşünmenin kendisi için çok zor olduğu ölüm hakkında düşünmek zorunda kalmıştı. Daha önceki kayıpları; sekiz yaşında bir tekneyle gidip geri gelmeyen babası,, ilkokul arkadaşı Michael ve kamp danışmanı Cliff’in ölümü, 3 yıl 1 ay önce kaybettiği annesi ve şimdi de James’in kaybı ölümün çıplak gerçekliğini gözler önüne sermiş onu köşeye sıkıştırmıştı. Ölümün gerçekliği ve kalıcılığı karşısında hayatının geçiciliğiyle yüzleşmek zorunda kalmıştı. Neyin daha önemli olduğunu düşünüyordu?
Zihni ölümle bu kadar meşgulken daha ciddi daha anlamlı bir şey bulmakta zorlanıyordu. Ama konu bu kadarla sınırlı değildi. Hikayenin gerçeklikle ilgili kısmı henüz başlıyor.Charles, James’i kaybettikten sonra onun aslında kalp krizinden değil intihar ederek öldüğünü öğreniyor James’in eşi Margot’tan. Dünyam altüst oldu diye başlıyor Charles duyduğu haberin içinde yarattığı duygu tufanını anlatırken.
‘’ Eğer o intihar edebiliyorsa ben de edebilirim.’’
Gerçekliğimiz sevdiklerimizin bakış açısıyla daralıp genişleyebilir. Diğer bir deyişle gerçeklik algımızı inşa ederken sevdiklerimizi referans alırız. Ve aslında bu durum bizi bu hayata getirip besleyip büyütenlerle başlıyor. Olayları annemiz gibi düşünüp etrafı babamız gibi görüyoruz uzunca bir süre.  Büyümek denilen serüven de aslında kendi düşüncemizi ve bakışımızı oluşturmamızla başlıyor. Dünyalarımızın ayrılığını her farkedişimizle büyük bir şok yaşıyor, daha sonra kabullenebilirsek zamanla kabulleniyoruz. Sahip olduğumuz bu yeni yaşam statümüze bir süre sonra yeni bir farkediş uğruyor. Ve bu böyle devam edip gidiyor.

Charles’ın sancısına biraz daha kulak verelim:

‘’Yer yerinden oynadı. Artık neyin gerçek olduğunu bilmiyorum. James çok güçlü, çok becerikliydi. Beni de çok desteklerdi. O kadar ilgili, düşünceli bir adam olmasına rağmen şimdi düşünüyorum da… artık var olmak istemeyecek kadar acı çekiyordu demek ki. Gerçek nedir? Neye inanabilirsin? Beni desteklerken, bana tavsiyelerde bulunurken bir yandan da kendini öldürmeyi düşünüyormuş meğer. Demek istediğimi anlıyor musun? Birlikte oturup sohbet ettiğimiz o özel, keyifli zamanlarda… Gerçi o zamanların keyifli olmadığını artık biliyorum. Biriyle bağlantı kurduğumu hissetmiştim, her şeyimi paylaşmıştım. Meğer tek kişilik bir gösteriymiş benimki. O aslında orada değilmiş. Mutlu değilmiş. Kendini yok etmeyi düşünüyormuş. Artık neyin gerçek olduğunu bilmiyorum. Kendi gerçekliğimi kendim yaratmışım.’’

Aslında Charles’ın yaptığı bir yanlış yok diyip ahkâm kesmek istiyor bir yanım. Ancak doğrusu ve yanlışı yok yaşamın, yaşadığımız hemen her şey bir öğrenmeden ibaret.

Dışarıdaki dünya ve gerçeklik her ne kadar tek olsa da insanlarla olan ilişkilerimiz de, olaylara bakış açılarımız da, hatta aynı kahveden aldığımız tatta bile tek bir gerçeklik yok. Alman filozof Kant bu durumu yıllar önce, zihinlerimizin yapısının deneyimlediğimiz gerçekliğin doğasını aktif olarak etkilediğini söyleyerek açıklamış.  Her birimiz kendi gerçekliğini inşa ediyor. Ancak ne kadar istesek de tam olarak aynı gerçekliği paylaşamıyoruz. Arada her zaman bir mesafe, bir boşluk kalıyor. Yapılabilecek en iyi şey boşlukları azaltmaya çalışmak ve bunu yaparken bu boşluğun hiç bir zaman tamamen kapatılamayacağını  sadece ve sadece azaltılabileceğini aklımızda tutmak.

İnsanlarla aramızdaki ilişkiler için bu böyle. Yaşanan olaylara dair gerçeklik algımızı gerçeğe daha yakın kılmanın yolu olarak da bir kaç adım geri çekilmek boşlukları doldurup mesafeyi azaltmamızda yardımcı olabilir.
Bazen de çok uzaktan bakıp dehşete kapılıyoruzdur. Önceki senaryoda bize iyi gelmeyen yakınlaşmak bu sefer bize yardımcı olabilir.

‘’Ama hala bazı boşluklar var, büyük boşluklar bunlar. Gerçekliği gerçekten paylaşmıyoruz.‘’

‘’Pekâla o halde boşlukları ufaltmaya devam edelim…’’

Abdulgani İLHAN
İki Geri Bi İleri
Published:

Owner

İki Geri Bi İleri

Published:

Creative Fields